16 Ekim 2015 Cuma

I Feel Devotion

Bir şarkı sadece bu sözlerden ibaret olup bu kadar güzel olabilir mi? Euroleague resmi marşı...

20 Eylül 2015 Pazar

The Handsome Family-Far From Any Road



From the dusty mesa her looming shadow grows; hidden in the branches of the poison creosote...

Şarkı 2003 yılında yayınlanmış; benim 2015'te varlığından haberim oldu. True Detective dizisinin de jeneriğiymiş aynı zamanda. Her güzel şey gibi çabucak bitiyor; yalnızca iki dakika elli saniye sürüyor. Ruhunuzda yarattığı dinginlik ve huzur ise bundan çok daha uzun sürüyor. Yazın üç ayı bunu dinleyerek geçti; sonbaharda da değişen bir şey olmadı. Ne diyelim, saygılar ve alkışlar The Handsome Family'ye; adın kadar yakışıklı bu şarkı için sana ne kadar teşekkür etsek azdır.

17 Kasım 2009 Salı

Huzur İçinde Yat Enke


Hayatındaki son ve en kritik kararı vermeden önce 2010'da Güney Afrika'da düzenlenecek olan Dünya Kupası'nda Almanya Milli Takımı'nın eldivenlerinin ona emanet edilmesine kesin gözüyle bakılıyordu.Kariyerinde yaşadığı iniş çıkışlardan sonra 2004 yılında formasını giymeye başladığı Hannover 96'nın simge isimlerinden biri olmuştu ama 32 yaşında,futbol yaşantısının en güzel günlerini geçirdiği bir dönemde trenin altında ölmeyi tercih etti Robert Enke.

Eşi Teresa,Enke'nin 6 yıldır depresyonda olduğunu söylüyor.Kariyerinin en kötü günlerini 2003 yılında yaşayan Enke,Barcelona'da dördüncü kaleci konumuna düşmüş;kiralandığı Fenerbahçe'de de ilk maçında,3-0'lık İstanbulspor yenilgisinin tek sorumlusu olarak taraftar onu görünce ve üstüne pet şişe atıp kucağına gelen topları tuttuğu için onu alaycı bir şekilde alkışlayınca sözleşmesini feshederek buruk bir şekilde ayrılmıştı İstanbul'dan.Fazlasıyla hassas bir yapıya sahip olan Enke için 17 Eylül 2006 hiç şüphesiz hayatının en kötü günüydü.Doğuştan kalp hastası (hypoplastik sol kalp sendromu) olan dünya tatlısı kızı Lara hayata gözlerini yumdu o gün.Kızına bu kadar düşkün olan ve bir gün daha fazla yaşaması için her gün dua eden bir baba için büyük bir yıkımdı bu.O sevimli bıdığın öleceğinden hiç haberi olmadan,babasına bakarak attığı kahkahaları gösteren fotoğraflar dolaşıyor internette.Öyle şirin,hayat dolu bir afacanın henüz 2 yaşında toprağın altına gitmesi herhangi bir insanı bile derin bir üzüntüye sevkedecek kadar acı bir olayken;babasının yaşadığı travmanın büyüklüğünü varın siz hesaplayın kafanızda.O günden sonra iyice içine kapanan Enke;bu acının üstüne yaşadığı sakatlıklar,kızının ölümünden sonra evlat edindikleri Leila'nın psikolojik sorunları gerekçe gösterilerek elinden alınma korkusu ve son olarak geçirdiği mide-bağırsak enfeksiyonu da eklenince,10 Kasım 2009 günü arkasında bir not bırakarak;bir trenin önüne atlayarak intihar etti.Almanya Milli takımı'nı,Hannover 96'yı,karısı Teresa'yı ve evlatlık kızı Leila'yı arkasında bırakarak kızı Lara'nın yanına gitti.

15 Kasım 2009 günü Hannover 96'nın sahası AWD Arena'da 45 binden fazla kişinin katılımıyla gerçekleştirilen törenle son yolculuğuna uğurlandı 'güzel insan' Robert Enke.Beyaz güllerle kaplı tabutu 6 takım arkadaşı tarafından taşındı ve minik kızı Lara'nın yanına gömüldü.Güle güle Robert,huzur içinde yat.Ufaklığa da hepimizden selam söyle.

30 Ekim 2009 Cuma

Kankalarla Yeniden Buluşmak Paha Biçilemez


Reklamlar birçok insan için 'ızdırap' kelimesinin televizyonda vuku bulması anlamına gelir.'Amma da çok reklam verdiler yahu','Resmen reklam arasına film koymuşlar ha','Hay ben sizin de,sizin reklamınızın da ta...' gibisinden cümleler sık sık yankılanır güzel ülkemin dört bir yanındaki çeşitli evlerin duvarlarında.İzlediği programın arasına reklam girdiği zaman ağzından köpükler saçan bir canavara dönüşür çoğu insan.Hele bir de izlediği herhangi birşeye reklam girince kanal değiştiren;önceki kanala geri döndüğünde ise artık takip ettiği programın yerinde yeller estiğini gören bünyenin King Kong'a bağlaması kaçınılmazdır.

Kısacası televizyon bağımlısı bünyemiz uyduruk senaryolu ve durağan dizilerden,ucubelerle dolu evlendirme programlarından,saygısızlığın ve terbiyesizliğin tavan yaptığı 'Yemekteyiz' tarzı TV şovlarından ve daha birçok çöpten ne kadar haz ediyorsa;reklamlardan da o kadar nefret eder.Amma velakin bazen öyle reklamlar olur ki insan 'Helal olsun,adamlar yapmış yahu' der.Bana son bir ayda bu cümleyi söyleten reklam ise Mastercard'ın ülkemizde 'Kankalarla yeniden buluşmak paha biçilemez' sloganıyla yayınlanan ve on yaş civarı üç okul çocuğunun oynadığıdır kesinlikle.15-16 saniye kadar süren bu reklam kısa ama bir o kadar da doyurucu ve eğlendirici.Söz konusu reklamda kankalardan biri dansa başlar,diğeri onu bir süre izledikten sonra vakur bir havayla ona katılır,en son gelen eve alıp beslenesi sarışın kanka ise elleri ve kollarıyla dünyanın en manasız ama aynı zamanda en sempatik dansını yaptıktan sonra hep beraber arkalarını dönüp ayaklarını yere vurarak (tabi bu da dansın bir parçası) uzaklaşırlar.Reklamın orijinal versiyonunda kullanılan cümle 'Being with people who understand you:priceless' yani 'Sizi anlayan insanlarla olmak paha biçilemez' ülkemizde 'Kankalarla yeniden buluşmak paha biçilemez' olarak çevrilerek yayınlanmış.'Kanka' sözcüğünden nefret eden bünyemin sevimli veletlerin büyük bir ciddiyetle icra ettikleri bu mini gösteriyi gördükten sonra malum kelimeye sempati duyma emareleri göstermeye başlamasından korkmuyor değilim.He bu arada arkada çalan şarkı ise funk müziğin önemli isimlerinden biri olan George Clinton'ın 'We want the funk' adlı çalışması.Şarkı da hem reklama,hem de kankalarımızın aykırı ruhlarına tam anlamıyla cuk oturuyor.

Okulların açılmak üzere olduğu günlerde sık sık çıkan bu sevimli reklam şu sıralar hemen hemen hiç gösterilmiyor.Hala görmediyseniz girin bir video paylaşım sitesine izleyin efendim;sizin de benim gibi bu bıdıkların bağımlısı olacağınıza eminim.Son olarak sözüm o üç sevimli kankaya.Beni duyuyorsanız gelin misafirim olun;yiyin,için,istediğiniz kadar kalın bende.Hatta beni de dördüncü kanka yapın,bundan sonra hep beraber takılalım,sırtımızda çantalarla manyak manyak dans edelim kimseyi iplemeden.O kadar kanım ısındı size!

27 Eylül 2009 Pazar

2009 Avrupa Basketbol Şampiyonası'nın Ardından


Polonya'da düzenlenen 2009 Avrupa Basketbol Şampiyonası 20 Eylül'de oynanan final maçıyla sona erdi ve Sırbistan'ı 85-63'lük skorla sürklase eden İspanya nihayet çok istediği Avrupa Şampiyonluğu'nu kazanmayı başardı.2006'da Dünya Şampiyonu;1999,2003 ve 2007'de Avrupa İkincisi;2008'de de Olimpiyat İkincisi olan İspanya için geç bile kalmış bir zaferdi bu.Çünkü neredeyse tüm otoritelerin kabul ettiği bir gerçek var ki o da İspanya'nın Avrupa'nın en iyi kadrosuna sahip olduğu.Türkiye ise beş galibiyetle rüya gibi bir başlangıç yaptığı ve şampiyon olsa kimsenin şaşırmayacağı bir performans sergilediği turnuvayı çok basit hatalarla kaybettiği Yunanistan maçıyla çeyrek finalde elenerek ve klasman maçlarını da kaybedip sekizinci olarak tamamladı.Gelin ilk sekize giren takımların turnuva performansına bir göz atalım.

2003'teki Avrupa Şampiyonası'nda fırtına gibi esen Litvanya'ya finalde yenilen ve gümüş madalyada kalan İspanya;2005'teki Avrupa Şampiyonası'nda basketbolseverlerin bugün bile konuştuğu ve tartıştığı bir maçın ardından çeyrek finalde hakemlerin müthiş kıyağıyla Hırvatistan'ı yenerek yarı finale çıkmıştı.O maçta yaptıkları çirkefçe hareketler ve Hırvatistan takımı aleyhine çalınan haksız düdüklerin yanı sıra,maçın ardından Hırvatistan'ın oyun kurucusu Marko Popovic ellerinden alınan maçın üzüntüsüyle hüngür hüngür ağlarken onun karşısında abartılı bir şekilde sevinmeleri beni bu takımdan epeyce soğuttu.O turnuvada madalya alamayan İspanya,2006'da Japonya'da düzenlenen Dünya Şampiyonası'nda finalde Yunanistan'ı yenerek Dünya Şampiyonu oldu.Ama bu yeterli değildi onlar için;çünkü 2007'deki Avrupa Şampiyonası kendi evlerindeydi ve yakaladıkları yetenekli jenerasyonun şampiyonluğu kazanmasına kesin gözüyle bakıyorlardı.Finale kadar da sorunsuz geldiler;ama grup maçında rahat bir şekilde yendikleri Rusya o gün hiç ummadıkları kadar dirençliydi ve devşirme oyun kurucuları J.R Holden bitime iki saniye kala attığı basketle Rusya'yı galibiyete ve Avrupa Şampiyonluğu'na taşıdı.İspanya o turnuvada da o kadar antipatik ve centilmenlikten uzak bir takımdı ki;Rusya şampiyon olunca sevinçten havalara zıplamıştım.İspanyol oyuncular son model bir arabayla giderken duvara toslamış gibiydiler;kireç gibiydi suratları.Çok istedikleri Avrupa Şampiyonluğu'nu yine kazanamamışlardı.2008 Pekin Olimpiyatları'nda ise finalde Kobe Bryant'lı,LeBron James'li ABD'yi sarsmalarına rağmen yıkamadılar ve gümüş madalyada kaldılar.2009 Avrupa Şampiyonası öncesi ise açık ara en büyük favoriydiler.Ama takımın oyun kurucusu ve Pau Gasol'la birlikte saha içi lideri olan Jose Calderon'un yokluğu onları ilk maçlarda epeyce etkilemiş gibi gözüktü.Daha da önemlisi İspanyol oyuncularda ilk maçlarda sürekli olarak uykudan yeni uyanmışlar gibi bir hava vardı.İlk maçta Sırbistan'a 66-57 yenildikten sonra turnuvanın çıtır çerezlerinden Büyük Britanya'yı bile zorlanarak 84-76'lık skorla geçebildiler.İlk grubun son maçında Slovenya'yı da uzatmada 90-84'lük skorla geçtiler.İkinci grubun ilk maçında Türkiye'ye 63-60 yenildikleri maçın ardından Gasol kardeşlerin küçüğü Marc,son topu Sergio Lull'ın kullanmasını isteyen koçları Sergio Scariolo'yu eleştirdi.İspanya'da işler iyi gitmiyordu ve çeyrek finale bile çıkamadan eve dönme tehlikeleri vardı.Zaten ne olduysa bundan sonra oldu.Önce ikinci grubun kalan maçlarında Litvanya'yı 84-70 ve ev sahibi Polonya'yı 90-68'lik skorlarla geçtiler ve ve grup dördüncüsü olarak çeyrek finale çıktılar.Grup dördüncüleri çeyrek finalde diğer grubun birincisi ile karşılaştıkları için dezavantajlı olarak kabul edilirler.Ama çeyrek finaldeki Fransa-İspanya maçında dezavantajlı olan taraf kesinlikle diğer grubun birincisi Fransa'ydı.İspanya baştan sona üstün oynadığı maçı Fransa için bir işkenceye çevirdi ve 'Biz ne halt etmeye grup birincisi olduk da bunlarla eşleştik' ifadesi yüzlerinden okunan Fransız oyuncular daha maçın başlarında teslim bayrağını çektiler.86-66 ile rahat bir şekilde yarı finale yükselen İspanya'nın bu sefer ki rakibi Yunanistan'dı ve son yıllarda her karşılaşmalarında rakibine üstünlük sağlayan Boğalar geleneği bu sefer de bozmadı ve 82-64'lük skorla rahatça finale yükseldiler.Finalde ise son yılların en çekişmeden uzak şampiyonluk maçlarından biri vardı sahada.İspanya turnuvanın ilk maçında yenildiği Sırbistan'a üstünlüğünü henüz maçın ilk çeyreğinde kabul ettirdi ve rakibinin kendilerine yaklaşmasına bile izin vermedikleri maçı 85-63 kazanarak şampiyonluğa ulaştılar.Pau Gasol'lu,Rudy Fernandez'li,Juan Carlos Navarro'lu,Ricky Rubio'lu bir takımın şampiyon olması da zaten sürpriz değil;herkesin beklediği bir durumdu.Her ne kadar centilmenlikten,sempatiklikten ve sportmenlikten fazla nasiplerini almamış olsalar da bu onların Avrupa'nın en iyi basketbol takımı oldukları gerçeğini değiştirmiyor.İtalyan koçları Sergio Scariolo da bu gerçeğin farkında ki şampiyon oldukları maç sonrası 'İspanya Basketbol Federasyonu'na bu Ferrari'yi sürmeme izin verdikleri için teşekkür ederim' şeklinde gayet yerinde bir cümle sarfetti.Bu Ferrari'nin en önemli parçası olan Pau Gasol şampiyonayı 18.7 sayı,8.3 ribaunt ve 2 blok istatistikleriyle MVP (En Değerli Oyuncu) ödülünü kazanarak tamamladı.Maç başına 2.1 top çalmayla oynayan;bundan da önemlisi takımın atletizm ve basketbol bilgisini en iyi harmanlayan oyuncusu olan Rudy Fernandez de çok iyi bir şampiyona geçirdi ve Pau Gasol ile birlikte turnuvanın en iyi beşine seçilen iki İspanyol oyuncudan biri oldu.18 yaşındaki oyun kurucu Ricard Rubio Jose Calderon'u aratmadı desek yalan olur,ama 3.9 asist ortalamasıyla takımının asist lideri oldu ve şampiyonluğa önemli katkıda bulundu.Tebrikler İspanya!

Sırbistan ise koç Dusan Ivkovic yönetiminde 23 yaş ortalamasına sahip bir takımla geldi Polonya'ya.Predrag Stojakovic,Vladimir Radmanovic,Darko Milicic,Marko Jaric (ki kendisinin ortalarda gözükmemesi,hatta evinden çıkmaması son derece normal kabul edilmeli;malumunuz bu şahıs Adriana Lima'yla evlendiği yetmezmiş gibi bir de onu hamile bıraktı,şu anda dünyanın çeşitli yerlerinde milyonlarca erkek ona zarar vermek için fırsat kolluyor),Sasha Pavlovic,Sasha Vujacic ve Igor Rakocevic gibi isimler kadroda yoktu ve otoriteler Sırbistan Milli Takımı'nı 'Nenad Krstic+Ümit Milli Takım' olarak adlandırıyordu.Kendilerinden pek de birşey beklenmiyordu kısacası.Ama ilk maçta İspanya'yı 66-57 yenince tüm gözler onların üzerine çevrildi.Aynı başarıyı Slovenya karşısında gösteremeyen Sırbistan sahadan 80-69 yenik ayrıldıktan sonra ilk grubun son maçında Büyük Britanya'yı 77-59'la geçti.İkinci grubun ilk maçında ev sahibi Polonya'yı zor da olsa 77-72'lik skorla geçen Sırplar,bir sonraki maçta Türkiye'ye normal süresi 64-64 biten mücadelenin uzatma periyotunda hiç sayı bulamayarak 69-64 mağlup oldular.İkinci grubun son maçında Litvanya'yı 89-79'la geçen Sırplar maç sonuçlarında da görüldüğü üzere maçın içinde de iniş-çıkışlar yaşıyordu.Grubu üçüncü sırada bitirerek çeyrek finalde diğer grubun ikincisi Rusya ile eşleştiler.Son Avrupa Şampiyonu'nu oyunun belli bölümlerinde zorlanmasına rağmen 79-68'le geçen Sırbistan için asıl mücadele yarı finaldeydi.Grupta mağlup oldukları Slovenya'yı dişe diş bir mücadelenin ardından 96-92 ile geçen Sırplar gencecik kadrolarıyla finale çıkmayı başarmanın coşkusunu yaşadılar.Ama finalde resmen duvara tosladılar.Sanki finale çıkarak misyonunu tamamlamış gibi oynayan;daha doğrusu oynamaya zorlanan Sırbistan maçı 85-63 kaybederek gümüş madalyada kaldı.Finale çıkmalarını kimse beklemezken bunu yapmalarında en büyük pay sahibi turnuvanın en iyi beşine de seçilen oyun kurucuları Milos Teodosic'ti.Şampiyonayı 14.1 sayı,5.2 asist ortalamalarıyla tamamladı Milos.Daha da önemlisi hemen hemen bütün maçlarda kritik anlarda sorumluluk aldı ve kırılma anlarında çok önemli işler yaptı.Banktan gelen Nemanja Bjelica 5.1 ribauntla takımın bu alanda en iyisi olarak göze çarparken;Novica Velickovic 1.4 top çalma,Nenad Krstic ise 0.8 blokla bu istatistiklerde takımlarının en iyileri oldular.Bu genç takımın daha çok uzun bir yolu var ve o yola hazırlık olarak gördükleri bir şampiyonadan gümüş madalya alarak evlerine dönmeleri kesinlikle kayda değer bir başarı.

2005'in Avrupa Şampiyonu ve 2006'nın Dünya İkincisi Yunanistan ise Polonya'ya takımın yarısı diyebileceğimiz oyun kurucuları Dimitris Diamantidis ve Theodoros Papaloukas'tan yoksun olarak geldi.Bu iki oyuncunun olmaması o kadar büyük bir sıkıntıydı ki;uzun rotasyonunun önemli bir parçası olan Kostas Tsartsaris'in yokluğundan bahsedilmiyordu bile.Onlar olmadan sıradan bir takım olarak görülen ve silik bir turnuva geçirmesi beklenen Yunanistan;öngörülenin aksine şampiyonaya çok iyi başladı.İlk grupta Makedonya'yı 86-54,Hırvatistan'ı 76-68 ve İsrail'i 106-80'le rahat geçen Yunanistan ikinci grubun ilk maçında Almanya'yı da 76-68'lik skorla geçti.İkinci grubun ikinci maçında ise Rusya'ya 68-65 yenilirken hücumda zaman zaman ne kadar zorlandıkları açıkça görüldü.İkinci grubun son maçında Fransa'ya 71-69 yenilerek grupta üçüncü sırayı alan Yunanistan çeyrek finalde diğer grubun ikincisi Türkiye ile karşılaştı.Ribauntlarda rakibini adeta ezmesine rağmen bu üstünlüğünü skor tabelasına bir türlü yansıtamadı Yunanlar.İki takımın da çok basit hatalar yaptığı ve hücumda iyi organize olamadığı mücadelede Türklerin oyun kurucusu Ender Arslan'ın kaydettiği son saniye basketiyle uzatmaya gidilirken;bu sefer yine Ender Arslan'ın kaydedemediği son saniye üçlüğüyle maçı 76-74 kazanan Yunanistan yarı finale yükseldi.Tüm güçlerini Türklere harcayan Yunanlar;kronik hastalıkları olan İspanya'ya yine diş geçiremediler ve 82-64'lük skorla sahadan mağlup ayrılarak final şansını yitirdiler.Bronz madalya için çıktıkları maçta ise Slovenya'yı nefes kesen bir mücadelenin ardından 57-56 ile geçen Yunanistan;çok önemli oyuncularından yoksun olduğu turnuvayı üçüncü olarak bitirmeyi başardı.Bunda koç Jonas Kazlauskas'ın doğru rotasyonunun payı büyüktü belki;ama aslan payı kesinlikle Vassilis Spanoulis'indi.Skorer guard müthiş bir turnuva çıkardı ve oyun kurucu arkadaşlarının yokluğunu elinden geldiğince hissettirmemeye çalıştı.'Bir saha içi lideri nasıl olmalı?' sorusunun cevabı gibiydi Spanoulis;14.1 sayı,4.2 asist ortalamalarıyla oynadı,arkadaşlarının performansını bir kademe yukarı taşıdı ve doğal olarak turnuvanın en iyi beşine seçildi.Yunanistan takımının diğer göze çarpan isimleriyse 7.3 ribaunt ortalamayla oynayan Ioannis Bourousis,1.6 top top çalma ortalamayla oynayan genç Nick Calathes ve 0.8 blok ortalamayla oynayan Kostas Koufos oldu.

Neredeyse tamamı üst düzey oyunculardan oluşan kadrosuyla neden bir türlü başarıya ulaşiamadığını merak ettiğim bir ekiptir Slovenya.Turnuva öncesi favorilerimden biri olan Slovenlerin önceki şampiyonalarda yaşadığı en büyük problem konsantrasyon eksikliğiydi.Aynı maçta on dakika savunmasıyla rakibe parkeyi dar eden Slovenya;sonraki on dakikada leblebi gibi basket yiyebiliyordu.Skorda geriye düştükleri zaman ise 'E olan oldu artık kaderde varsa çekilir' modunda takılıyorlardı ve yenilgiyi çok çabuk kabulleniyorlardı.Bu turnuvaya Sani Becirovic ve Rasho Nesterovic'ten yoksun olarak gelen Slovenya'nın buna rağmen çok iyi bir kadrosu vardı.Arka alanda Jaka Lakovic,Beno Udrih,Goran Dragic gibi üst düzey guardları;ön alanda ise Bostjan Nachbar,Uros Slokar,Matjaz Smodis gibi dışardan da skor üretebilen ve Erazem Lorbek ve Primoz Brezec gibi pota altını gayet iyi idare eden uzunlara sahipti Slovenya.Matjaz Smodis'ten yalnızca iki maç (o da hemen hemen hiç katkı alamadan),Goran Dragic'ten ise dört maç faydalanabilen Slovenler;bu iki oyuncuyu sakatlığa kurban verdiler.İlk maçında Büyük Britanya'yı 72-59,ikinci maçında da Sırbistan'ı 80-69'la geçen Slovenya;ilk gruptaki son maçta İspanya'ya uzatmada 90-84 mağlup oldu.İkinci gruba 81-58'lik Litvanya ve 76-60'lık Polonya galibiyetleriyle fırtına gibi bir giriş yaptı Slovenler.Gruptan kimin lider olarak çıkacağının belli olacağı son maçta ise Türkiye'yi çok zor da olsa (Engin Atsür'ün girmeyen son saniye üçlüğü sayesinde) 69-67'lik skorla geçerek grup lideri olarak çeyrek finale yükseldiler.İlk defa bu kadar istekli ve konsantrasyon sorunlarından arınmış gözüken Slovenler çeyrek finalde diğer gruptan dördüncü olarak çıkan Hırvatistan'la karşılaştılar.Tam bir heyecan kasırgası şeklinde geçen ve skor üstünlüğünün sürekli el değiştirdiği maçı 67-65 kazanan Slovenya'nın final için önünde tek bir engel kalmıştı:Grupta rahat yendikleri Sırbistan.Ama Juro Zdovc'un öğrencileri istedikleri üstünlüğü bir türlü parkeye yansıtamadılar ve başa baş geçen mücadeleden 96-92 yenik ayrılarak ayaklarına kadar gelen final fırsatını teptiler.Zorlu bir karşılaşmanın ardından Yunanistan'a da 57-56'lık skorla kaybeden Slovenya turnuvayı madalya almadan kapatmasına rağmen ilk defa bu kadar iyi organize olan ve taşların yerine oturduğu bir takım izlenimi verdi.Slovenya adına turnuvanın yıldızı 16.4 sayı,7.4 ribaunt,1.4 top çalma istatistikleriyle oynayan ve şampiyonanın en iyi beşine seçilen pivotları Erazem Lorbek oldu.Boyundan ve cüssesinden beklenmeyecek derecede yumuşak elleri olan Erazem Lorbek'in adını daha çok sık duyacağız.Solak guard Jaka Lakovic ise 3.8 asist ortalamasının yanı sıra soktuğu çok kritik şutlar ve Dragic'in sakatlığının ardından aldığı çok uzun sürelere rağmen bitmek bilmeyen enerjisi ile adından söz ettirdi.Primoz Brezec ise 0.8 blok ortalamasıyla bu kategoride takımın en iyisi oldu.

Eleme gruplarında iki maçta da yendiğimiz Fransa play-off maçlarının ardından buraya gelmeye hak kazanabilmişti.En büyük kozları atletik yetenekleri ve ele avuca sığmayan oyun kurucuları Tony Parker olan Fransızlar ilk grupta sırasıyla Almanya'yı 70-65,Letonya'yı 60-51 ve Rusya'yı 69-64 mağlup ettiler.İyi performanslarını ikinci grupta da devam ettiren Fransızlar Makedonya'yı 83-57'lik skorla parkeye gömdükten hemen sonra Hırvatistan'ı da 87-79'la geçtiler.Hemen hemen hiç kimsenin bu kadar iyi bir performans beklemediği Fransa grup liderini belirleyecek maçta Yunanistan'ı 71-69'luk skorla geçti.Ama altıda altı yaparak çeyrek finale yükseldiği turnuvada karşılarına diğer grubun dördüncüsü olarak İspanya gelince sudan çıkmış balığa döndü Fransa.Ne atletik yetenekleri,ne patlayıcı güçleri,ne de Tony Parker'ları bu maçta devreye giremedi ve maçı 86-66 gibi farklı bir skorla yenik bitirdiler.Klasman maçlarında ise önce Türkiye'yi 80-68,sonra da Hırvatistan'ı 69-62 mağlup eden Vincent Collet'in öğrencileri ilginç bir şekilde turnuvayı 8 galibiyet ve yalnızca 1 mağlubiyetle beşinci bitirdiler.Oyun kurucuları Tony Parker 17.8 sayı,4.4 asist ve 1.8 top çalma ile çok iyi bir şampiyona geçirirken her geçen gün daha da olgun bir oyuncu olduğunu kanıtladı.Sempatik pivot Ronny Turiaf ise 5.7 ribaunt ve 1.1 blok ortalaması ile bu istatistiklerde takım lideri oldu.

Yetenekli oyunculara ve kurt bir koça sahip olmasına rağmen bir türlü istediği sonuçları alamayan bir başka takım da Hırvatistan.Jasmin Repesa'nın takımında ön alanda Roko-Leni Ukic,Davor Kus,Marko Popovic ve Zoran Planinic gibi her takımın kadrosunda görmek isteyeceği guardlar ve Nikola Vujcic,Nikola Prkacin,Sandro Nicevic ve Mario Kasun gibi üst düzey uzunlar olmasına rağmen sahada istediklerini bir türlü gerçekleştirememe ve maç sonunu kötü oynama huylarından bu turnuvada da kurtulamadılar.2005 Avrupa Şampiyonası'nda ellerinden alınan İspanya maçı ve kaçan yarı final fırsatı sanki onları bu oyundan bir daha ısınmamak üzere soğuttu.Bu şampiyonada da inişli çıkışlı bir grafik çizen Hırvatlar ilk maçta İsrail'i 86-79 yendikten sonra Yunanistan'a direnemediler ve sahadan 76-68 mağlup ayrıldılar.İlk grubun son maçında Makedonya'yı 81-71 yenen Hırvatlar için ikinci grup hiç de istedikleri gibi gitmedi.Önce Rusya'ya 62-59,sonra da Fransa'ya 87-79 yenilen Hırvatistan çeyrek final biletini çok zorlandığı maçta Almanya'yı 70-68 yenerek alabildi.Grup dördüncüsü olduğu için çeyrek finalde diğer grubun birincisi Slovenya'yla karşılaşan Hırvatistan;çok iyi oynadığı maçı kronik hastalığı olan 'maç sonu oynayamama' nüksedince 67-65 yenik bitirdi.Klasman maçlarının ilkinde Rusya'yı 76-69 mağlup eden Hırvatlar;bir sonraki maçta Fransa'ya 69-62 yenilerek şampiyonayı altıncı sırada tamamladı.Oyun kurucu Roko-Leni Ukic 13.6 sayı,3.8 asist ve 1.5 top çalma istatistikleriyle Hırvatistan'ın en çok göze çarpan oyuncusu olurken;pivot Mario Kasun 4.4 ribaunt ve 0.5 blok ortalamasıyla takımının bu kategorilerde en iyisi oldu.

2007'de finalde ev sahibi İspanya'yı yenerek şampiyon olan ve büyük bir sürprize imza atan Rusya;bu turnuvaya o şampiyonluğun mimarları olan J.R Holden,Andrei Kirilenko ve Victor Khryapa'dan yoksun geldi.İlk maçta Letonya'yı 81-68'le geçen Ruslar ikinci maçta Dirk Nowitzki'den yoksun Almanya'ya 76-73,üçüncü maçta da Fransa'ya 69-64 yenilmekten kurtulamadılar.Hiç de iç açıcı olmayan ilk grup performansının ardından ikinci grupta coşan Rusya sırasıyla Hırvatistan'ı 62-59,Yunanistan'ı 68-65 ve Makedonya'yı 71-69 yenerek gruptan ikinci olarak çeyrek finale yükseldi.Çeyrek finalde diğer gruptan üçüncü olarak çıkan Sırbistan'la karşılaşan Rusya;genç ve enerjik rakibine diş geçiremedi ve sahadan 79-68'lik skorla boynu bükük ayrıldı.Klasman maçlarının ilkinde Hırvatistan'a 76-69 yenilen Ruslar;ikinci maçta üçlük bombardımanına tuttuğu Türkiye'yi 89-66 ile sahadan sildi ve turnuvayı yedinci olarak tamamladı.David Blatt'in öğrencilerinden bir başka devşirme kısa forvet Kelly McCarty 12.5 sayı,5.5 ribaunt,1.6 top çalma istatistikleriyle göze çarparken Anton Ponkrashov 4.9 asist,Timofey Mozgov 1.3 blok ortalamalarıyla dikkat çeken diğer isimler oldular.

Geldik Türkiye'ye,hadi bakalım.2001'de ülkemizde düzenlenen Avrupa Şampiyonası'nda aldığımız gümüş madalyanın ardından hiçbir turnuvada başarılı olamamış ve 12 Dev Adam sıfatını iyiden iyiye unutturmaya başlamıştı Milliler.Bu turnuva öncesi de gerek Mehmet Okur gibi iç ve dış skor tehdidi olan üst düzey bir pivotun ve Kaya Peker gibi hırsı ve enerjisiyle takımın performansını bir seviye yukarı çıkarabilen bir uzunun kadroya dahil edilmemesi;gerekse belki de dünya üzerindeki doping yapacak en son oyuncu olduğuna inandığım Kerem Gönlüm'de yasaklı maddeye rastlanması sonucu kadrodan çıkarılması özellikle uzun rotasyonumuzun ciddi şekilde zayıflamasına yol açmıştı.Hazırlık maçlarındaki performansımız da pek iç açıcı değildi ve özellikle Efes Cup'ta Hırvatistan ve Almanya'ya yenilmemiz şampiyona öncesi umudumuzu iyice kırmıştı.Gerek çağırdığı ve çağırmadığı oyuncular,gerekse maç içinde uyguladığı rotasyon yüzünden sürekli eleştiriye uğrayan Bogdan Tanjevic'i zor günler bekliyordu.Ama şampiyonaya gerçekten müthiş bir başlangıç yaptık.İlk maçta Jasikevicius,Kaukenas,Macijauskas ve Siskauskas'sız olmasına rağmen tam bir ekol olan Litvanya'yı 84-76'lık skorla geçen Milliler,ikinci maçta kurt hoca Pini Gershon'un koçluğunu yaptığı Bulgaristan'ı 94-66 ile darmadağın etti.İlk grubun son maçında ev sahibi Polonya'yı 87-69'la rahat geçen Milliler yenilgisiz olarak ikinci gruba kaldı.İkinci grubun ilk maçında ise -daha sonra şampiyon olacak- İspanya'yı 63-60'la geçen Milliler bize tekrar 12 Dev Adam olduklarını hatırlatmışlardı.Müthiş bir savunma disipliniyle oynayan takımımız hücumda da ikili oyunları çok iyi oynuyor ve doğru adamı bulmakta zorluk çekmiyordu.Bir sonraki maçta Türkiye fırtınasından Sırbistan'da nasibini aldı.Normal süresi 64-64 biten maçın uzatma periyotunda rakibine savunmasıyla parkeyi zindan eden basketbolcularımız beş dakika boyunca rakibine sayı fırsatı tanımadı ve maçtan 69-64'lük skorla galip ayrıldı.Bir sonraki hedef Slovenya'yı yenerek gruptan lider olarak çeyrek finale çıkmaktı ama olmadı.Slovenler maça müthiş başlayıp farkı giderek açsa da yakalayan,hatta bir ara öne de geçen Milliler Engin Atsür'ün son saniyede dipten kullandığı üç sayılık atış başarılı olmayınca maçtan 69-67 yenik ayrıldı ve grubu ikinci sırada tamamlayarak çeyrek finale yükseldi.Çeyrek finalde rakip diğer grubun üçüncüsü Yunanistan'dı.Ribauntlarda ezildiğimiz ve kritik anlarda topları kullanan Hidayet'in kötü tercihler kullandığı maçı buna rağmen Ender Arslan'ın turnikesiyle uzatmaya götürdük.Uzatmada ise iki takım da çok kritik hatalar yaptı ve daha az hata yapan Yunanistan;Ender Arslan'ın son saniyede kullandığı üçlük atış da isabetli olmayınca sahadan 76-74'lük sonuçla galip ayrılarak bizi derin acılara sürükledi.Bizim adımıza bu kadar iyi giden bir turnuvaya çeyrek finalde veda etmek hakikaten yaralayıcıydı.Bu maçın ardından gazı kaçmış kola tadında takılan Milliler;klasman maçlarında önce Fransa'ya 80-68,ardından da Rusya'ya 89-66 yenilerek şampiyonayı sekizinci sırada tamamladı.Turnuvada bizim adımıza en iyi performansı sergileyen isim hiç şüphesiz Ersan İlyasova'ydı.16.1 sayı,7.3 ribaunt,1.3 blok ve 1.1 top çalma istatistikleriyle müthiş bir şampiyonayı geride bıraktı Ersan.Herşeyi yaptı ve doğru yaptı;bana göre şu anda dünyanın en iyi dört numaralarından biri olan İlyasova bunu herkese kanıtladı ve turnuvanın en iyi oyuncularından biri olmasına rağmen sekizinci olmamız nedeniyle en iyi beşe seçilemedi.Kerem Tunçeri oyun kurucu nasıl oynamalı sorusunun cevabı gibiydi,Ender Arslan çok iyi başladığı turnuvanın kalanını idare etti,Engin Atsür aldığı kısıtlı sürelerde oyun zekasının yüksek olduğunu gösterdi,Ömer Onan savunmada gösterdiği performansı maalesef hücuma yansıtamadı,Sinan Güler hakettiğinden daha az süre almasına rağmen atletizmini,yeteneğini ve bunaltıcı savunmasını sergilemekten geri kalmadı ve bu takımın en önemli parçalarından biri olduğunu kanıtladı,Ömer Aşık harika bir turnuva geçirmesine (12.8 sayı,6.3 ribaunt) ve Avrupa'nın en önemli pivotlarından biri olduğunu göstermesine rağmen 15/47'lik faul yüzdesi performansına gölge düşürdü,Semih Erden çok kötü başladığı ve Tanjevic'in şamar oğlanına dödüğü turnuvada daha sonra toparlandı (özellikle İspanya Maçında müthiş oynadı) ve savunmasıyla beğeni topladı,Oğuz Savaş ise zaman zaman iyi performanslar sergilemesine rağmen turnuvanın genelinde silikti.Barış Hersek ve Bekir Yarangüme ise bankın diplerine yer aldıkları için onları pek göremedik ama şu bir gerçek ki ikisi de bu seviyenin oyuncusu değiller zaten.Gelelim Hidayet'e!Ah Hido,vah Hido!Tamam performansı ahlar vahlar çekecek kadar kötü değildi ama 3G reklamlarındaki performansının yarısını bile gösteremedi şampiyonada Hidayet.Açık ara turnuvanın en büyük hayal kırıklığıydı bana göre.9.8 sayı,4.2 ribaunt ve 2.6 asist ortalamaları fena gözükmeyebilir ama Hidayet en kritik anlarda ya ortada gözükmedi,ya zorlama şutlar kullandı ya da bire bir oynayarak top kaybı yaptı.Hem oyuncular,hem de teknik ekip takımın liderinin o olduğunu her fırsatta dile getiriyorlardı ama NBA'de Orlando Magic'le geçirdiği başarılı bir sezonun ve final yolunda takımına yaptığı çok önemli katkının ardından Hidayet Avrupa basketbolunun nasıl birşey olduğunu unutmuşa benziyordu.Bilen bilir Amerikalılar kendi ligleri NBA'i her bakımdan dünyanın en iyisi olarak kabul ederler ve şampiyonlarına bile NBA Şampiyonu değil;Dünya Şampiyonu diyecek kadar işi abartırlar.Ama şu bir gerçek ki Euroleague ve Avrupa Şampiyonası'ndaki savunma sertliğine NBA'in ulaşması mümkün değildir.Hidayet'in yaşadığı zorluk biraz da buydu.Orlando Magic'le oynadığı maçlarda Hidayet'in ne kadar rahat top sektirdiğini,adam geçtiğini,boş şutlar bulduğunu ve yürüyerek turnikeye girdiğini hatırlarsınız.Halbuki Avrupa Şampiyonası'nda top sektirmeye başlar başlamaz gelen baskıyı,boş şutlar bulamayıp geriye çekilerek attığı çemberi bile zor bulan şutları ve adamını geçmeyi başarsa bile turnikeye girdiğinde yardım savunmasına gelen uzunları da hatırlarsınız.Kısacası Hidayet'in yaşadığı tam anlamıyla 'kültür şoku'ydu.Ayrıca Hidayet'in çok zorlu bir NBA sezonunu geride bıraktığı için düşük performans sergilediğini söyleyenlere Pau Gasol'un Los Angeles Lakers'ın kazandığı NBA şampiyonluğuna yaptığı müthiş katkının ardından Polonya'da da İspanya'yı şampiyonluğa taşıdığını ve En Değerli Oyuncu ödülünü aldığını hatırlatayım.Tony Parker'ın San Antonio Spurs'te gösterdiği performansın hemen hemen aynısını Fransa formasıyla gösterdiğini,Dirk Nowitzki'nin birkaç sene önce NBA'deki takımı Dallas Mawericks'in onun sigortası karşılığında Almanya Basketbol Federasyonu'ndan istediği 1 milyon doları kendi cebinden ödeyerek Almanya Milli takımına katıldığını ve müthiş bir performans sergilediğini de hatırlatayım.Örnekleri çoğaltmak mümkün;demek istediğim Hidayet'i,Mehmet'i sevelim;başarılarıyla gururlanalım ama onların Milli Takım'da NBA'de gösterdikleri performansları gösterememelerini eleştirenlere 'Ama onlar NBA'de çok yoruluyorlar' gibi çocukça mazeretler öne sürerek karşılık vermeyelim.

İlk sekize giremeyen takımlardan ikinci gruplarda elenen Makedonya ve ev sahibi Polonya dokuzunculuğu;Almanya (Dirk Nowitzki'siz) ve Litvanya (Sarunas Jasikevicius,Rimantas Kaukenas,Arvydas Macijauskas ve Ramunas Siskauskas'sız;koç Ramunas Butautas şampiyonadaki son maçları olan Sırbistan maçının hemen ardından istifa etti) ise onbirinciliği paylaştılar.İlk gruplardaki maçlardan sonra evlerinin yolunu tutan Büyük Britanya,İsrail,Bulgaristan ve Letonya ise onüçüncü olarak bitirdiler şampiyonayı.

Ara ara isimleri söyledim ama turnuvanın en iyi beşini bir daha tekrar edelim:Milos Teodosic (Sırbistan),Vassilis Spanoulis (Yunanistan),Rudy Fernandez (İspanya),Erazem Lorbek (Slovenya) ve Pau Gasol (İspanya -aynı zamanda turnuvanın En Değerli Oyuncusu-).

Evet efendim,acısıyla tatlısıyla bir Avrupa Şampiyonası'nı daha geride bıraktık.Takımımız istekli olduğu zaman en güçlü takımları bile yenebileceğini bize turnuvanın finalistleri İspanya'yı ve Sırbistan'ı yenerek gösterdi.Seneye ülkemizde düzenlenecek Dünya Şampiyonası'nda Kerem Gönlüm,Kaya Peker ve Mehmet Okur gibi üst düzey pota altı oyuncularımızın Bogdan Tanjevic tarafından kadroya çağrılmasıyla madalya almamız işten bile değil bana göre.He Mehmet Okur gelmiyorsa o kendi bileceği iş;bu takım yine de potansiyeli çok yüksek bir ekip ve ümitli olmamamız için hiçbir neden yok.Ne diyelim efendim,2010'da madalya almak dileğiyle.Haydi Dev Adamlar,bizler inandık siz de inanın!

14 Eylül 2009 Pazartesi

Dexter Sen Bizim Herşeyimizsin!


Jeff Lindsay'in 'Darkly Dreaming Dexter' adlı romanından beyaz cama uyarlanan;uyarlanmakla yetinmeyip sıradışı senaryosu,kusursuz kurgusu,hoş müzikleri ve birbirinden yetenekli oyuncularıyla çok büyük bir hayran kitlesi edinen Showtime dizisi 'Dexter' 27 Eylül 2009 akşamı dördüncü sezonun ilk bölümüyle ekranlara dönüyor.Milyonlarca seveni de bu tarihi iple çekiyor.Gelin önce Dexter nedir ne değildir onu bir gözden geçirelim.

Diziye adını veren kahramanımız Dexter Morgan bir seri katil.Hemen 'Yok artık öyle kahraman mı olur?' demeyin,sabredin.Henüz küçücük bir çocukken annesi gözlerinin önünde elektrikli testereyle doğranarak öldürülür Dexter'ın.İki gün boyunca bir konteynırın içinde aç,susuz ve annesinin kanına bulanmış bir şekilde oturup ağlar küçük Dexter;ta ki Miami Emniyeti olaydan haberdar olup olay yerine bir ekip gönderene dek.Söz konusu konteynırı açan ve minik Dexter'ın içler acısı halini gören polis memuru Harry Morgan bu yapayalnız ve çaresiz ufaklığı evlat edinir.Ama iyiliksever polis Harry'nin acı gerçekle yüzleşmesi çok da uzun sürmez.Minik Dexter tamamen 'hissiz' bir çocuktur.Normal bir insanın olaylar karşısında vermesi gereken tepkilerden eser yoktur Dexter'da.Üvey baba Harry Morgan öncelikle bu soruna odaklanır ve küçük Dexter'a duyguları varmış gibi davranmayı öğretir.Daha acı gerçekle yüzleşmesi de uzun sürmeyecektir Harry'nin.Henüz bebekken yaşadığı travmanın etkisiyle Dexter'ın içinde önüne geçilemez bir öldürme arzusu hüküm sürmektedir ve komşuların evcil hayvanlarını ortadan kaldırmaktadır.Ayrıca sinirlendiği insanları öldürme planları yapmaktadır.Harry bu öldürme arzusunun önüne geçemeyeceğini anlayınca Dexter'ı 'kutsal bir amaç' için kullanmaya karar verir.Adaletten bir şekilde paçayı kurtaran katilleri yok etmek!Harry,lise çağına gelince Dexter'a kurbanını nasıl seçmesi ve ortadan kaldırması gerektiği hakkında dersler verir.'Harry'nin Kodu' ismiyle dizide sık sık adını duyduğumuz bu derslerin en önemlisi doğal olarak şudur:'Yakalanma!'.

Dexter Morgan işte bu yüzden çok farklı bir seri katildir.Yalnızca katilleri ortadan kaldırır ve suçlu olduğuna emin olmadığı kimseye zarar vermez.Dışardan bakılınca Miami Polis Bürosu'nda adli tıp uzmanı olarak çalışan ve çevresi tarafından çok sevilen Dexter,geceleri insanların arasında elini kolunu sallayarak dolaşan katillerin peşine düşer.Önce şüphelendiği kişinin geçmişini ve adli sicil kaydını araştıran sevimli katil,daha sonra müstakbel kurbanının suçlu olduğuna dair kanıt arar.Yeri gelir onunla dostluk kurar,yeri gelir gizlice evine girer ve aradığı şeyi bulur bulmaz (ki adli tıp uzmanı olduğu için laboratuvarında gerekli araştırmayı yapması çok kolaydır) işe koyulur.Dexter'ın izlediği yol genel olarak şöyledir:Kurbanını uygun bir yerde sotelenip arkasından gizlice yanaşarak uyuşturucu iğnesini boynuna batırmak suretiyle bayıltır ve arabasının arkasına atarak daha önceden hazırladığı mekana götürür.Mekan seçimi de çok ilginçtir çünkü kahramanımız kurbanının cinayet işlediği bir olay mahalini seçer ve burayı etrafa kan sıçramaması için naylonla kaplar.Kurbanı ayıldığında kendini baştan aşağı streçlere sarılmış bir şekilde,hiç de yabancı olmadığı bir yerde,bir çift gözü kendisine bakarken bulur.Çaresizliğin ve ölüm korkusunun ne demek olduğunu anlayan söz konusu şahsın karşısında dikilen Dexter;önce müstakbel kurbanının öldürdüğü insanların fotoğraflarını gösterir ve onu bu insanlar için öldüreceğini söyler.Beş dakika kadar aralarında bir diyalog geçer ve bu söz konusu diyaloglarda kurban bazen 'Vallahi ben yapmadım abi,kulun kurbanın olayım öldürme beni' modunda,bazen de 'Sana ne ulan,yaptımsa yaptım' modunda takılır.Her iki durumda da sonuç bellidir:Dexter önce klimasında saklamak üzere söz konusu şahsın suratını hafifçe keserek kan örneği alır.Ardından çok ses çıkarmasın diye ağzına pamuk tıkar ve koleksiyonundan çıkardığı keskin bir bıçağı göğsüne saplar.O an yaşadığı orgazmik tadı yüzünde görmeniz lazım!Sonrasında cesedi parçalara ayırarak çöp torbalarına koyan Dexter,bunları üvey babasından kalan teknesi 'Slice of Life'a (Hayatın Dilimi) koyarak denize açılır ve poşetleri uygun bir yere atar.İşi bittikten sonra da hiçbir şey olmamış gibi rutin hayatına devam eder.

Tabi bu durum izleyicileri doğal olarak bir ikileme sürüklüyor.CNBC-e ve e2'nin reklamlarında sorulan soru şöyle:'Bu adam şeytan mı yoksa melek mi?'.Bir kısım izleyici Dexter'ın işlediği cinayetleri 'sapıkça ve psikopatça' olarak değerlendirirken;bir kısım izleyici 'Yürü be Dexter,kim tutar seni' tadında takılıyor.Bir taraf ne olursa olsun bir insanın hayatını alma hakkını kendinde bulmaması gerektiğini savunurken;diğer taraf onu katillere aman vermeyen gerçek bir aziz olarak görüyor.Tabi bu kurgusal bir karakter ama daha önce 'Six Feet Under' adlı dizide karşımıza özgüveni eksik bir eşcinsel olarak çıkan Michael C. Hall,'Dexter Morgan' rolünde öyle ustaca bir oyunculuk çıkarıyor ki diziyi gerçek hayattan bir kesit sanmanızı ve kendinizi bu tartışmanın içinde bulmanızı kolaylaştırıyor.Şahsi fikrim mi?Yok ben size sorayım.Gerçek hayatta bir adam genç bir kıza tecavüz edip onu öldürse ve delil yetersizliğinden veya avukatının şeytani zekasıyla kefalet ödeyerek serbest kalsa;yeni bir kız bulup tecavüz ederek öldürmesini mi,yoksa Dexter Morgan gibi bir adamın çıkıp onu ortadan kaldırmasını mı isterdiniz?Seçimi size bırakıyorum.

İlk paragrafta da belirttiğim gibi ailemizin sempatik ve yakışıklı seri katili Dexter Morgan (Michael C. Hall) yanına hayat arkadaşı Rita (Julie Benz),küfürbaz ve boşboğaz üvey kız kardeşi çiçeği burnunda dedektif Debra (Jennifer Carpenter),hırslı ve duygusal teğmen Maria Laguerta (Lauren Velez),şişman ve sevimli çavuş Angel Batista (David Zayas),porno ve striptizci kız meraklısı laboratuvar görevlisi Vince Masuka (C.S.Lee),yakışıklı dedektif Joey Quinn (Desmond Harrington),ölmesine rağmen sürekli gelip Dexter'la konuşmayı sürdüren babası Harry Morgan (James Remar) ve diğerlerini de alarak 27 Eylül 2009 akşamı geri dönüyor.Ayrıca ikinci sezonda izlediğimiz karizmatik Özel Ajan Frank Lundy de (Keith Carradine) geri dönüyor ve Dexter'la birlikte 'Üçleme Katil' adını taktıkları Walter Simmons'un (John Lithgow) peşine düşüyorlar.Tabi en önemlisi Dexter Morgan artık bir baba ve sorumlulukları çok daha fazla.Eskisi kadar cinayet işlemeye vakti olmayacak Dexter Morgan bakalım hem koca,hem baba,hem adli tıp uzmanı hem de katil olmayı becerebilecek mi?Bekleyelim ve görelim efendim.

27 Ağustos 2009 Perşembe

İyi ki Varsın Gülay Özdem


Bu yılın Nisan ayının herhangi bir gecesiydi.Saat gece 2,zap yapıp izlemeye değer birşeyler bulmaya çalışıyorum.NTV'ye bir bakayım diyorum;bakış o bakış.İlk tepkim 'Yok artık daha neler' oluyor.O andan sonra hayatım hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı,çünkü karşımda gece haberlerini sunan bir insan değil;olsa olsa dünyaya yanlışlıkla düşmüş bir melekti.İsmini öğrenemediğim için gece 3 haberlerini beklemeye başladım.Nutkum tutulmuştu,konuşamıyordum.Boğazım kurumuştu,titriyordum.50 dakika bir ömür gibi geçti,ve evet,o yine karşımdaydı.Bir 10 dakika daha ekrana kilitlendim ve NTV'ye böyle bir güzelliği bu saate koyduğu için çok güzel küfürler ettim.Sonra geri aldım o küfürleri,çünkü gece yarısı benim gibi ayakta olmayı alışkanlık edinmiş pek fazla insan yoktu ve onunla mutlu bir yuva kurma şansım taliplerinin azlığından dolayı daha fazlaydı.Elim ayağım titriyordu,kendime hakim olamıyordum ki bir anda silkinip kendime geldim.Olmayacak duaya amin dememeliydim.

Neyse,üstte yazdıklarımı bir kenara koyalım;çünkü bunlar Gülay Özdem'i ilk gördüğümde verdiğim tepkilerdi.Şöyle bir baktım,daha önce tv8'de 'Trink' adlı gece yarısı yayınlanan ara-kazan türünden bir yarışmada ve Kanal 24'te 'Sesler Yüzler Mekanlar' adlı bir sohbet programında yer almış.Tabi birçok kişinin onunla ilk karşılaşması NTV ekranlarında gerçekleşti.NTV denince birçok kişinin aklına gelen,adına hayran kulüpleri kurulan ve binlerce insanın yalnızca onun anlatımıyla haber izlemekten keyif aldığı Banu Güven'den sonra Gülay Özdem de hayatımızda kalıcı bir yer edinecek gibi gözüküyor.Güzelliğini bir kenara bırakırsak Gülay Hanım çok güzel giyiniyor ve giydikleri ona daha asil bir görüntü veriyor sanki.Çok düzgün bir duruşu var,ekrana inanılmaz yakışıyor.Mimikleri gayet hoş,abartıdan uzak,sade;bir o kadar da sempatik.Sesinin tonunu gayet iyi ayarlıyor;olmadık yerlerde sesinin tonunu yükseltertek kulaklarımıza işkence çektirmiyor.Haberleri sunarken hemem hemen hiç şaşırıp duraksamıyor;çok ender olsa da böyle birşey başına geldiği zaman da gayet hoş bir gülümsemeyle toparlayıp kaldığı yerden devam ediyor.Hele şu sıralar sunduğu NTV Gece Bülteni'ni bitirirken 'Hadi görüşürüz bakalım,kendinize iyi bakın' tarzı bir el sallama hareketi var ki tamamen ona özgü ve taklitlerinden sakınılması gerekiyor.

Üstte de belirttiğim gibi şu sıralar NTV Gece Bülteni'ni sunuyor Gülay Özdem ve onunla ilk karşılaştığım zamanın aksine büyük bir hayran kitlesi kazanmış durumda.Ne diyeyim,izleyin izlettirin efendim.Haber nasıl sunulur,ekran ışığı nasıl birşeydir,izleyiciyle beyaz camın arkasından nasıl iletişim kurulur siz de görün.Yolun açık olsun Gülay Özdem,iyi ki varsın!


10 Ağustos 2009 Pazartesi

CNBC-e'nin Altyazı Problemi ve RTÜK Komedyası


Yayın hayatına başladığı günden beri CNBC-e birçok kişinin favori kanalı durumunda.Neden büyük olduğunu bir türlü anlayamadığım kanallar altına gülme efekti konulmuş ama güldürmeyip süründüren diziler,yalnızca reyting alsın diye yapılmış seviyenin yerlerde süründüğü yarışma programları,nasıl bir zeka seviyesine hitap ettiğini çözemediğim mini etek giymekten başka bir özelliği olmayan kadınlar ve ne kadar delikanlı bir erkek olduğunu anlata anlata bitiremeyen görgü yoksunu adamların katıldığı sabah programları yapadursun (ve reytingleri de aladursun);CNBC-e böyle şeylerden zevk almayan televizyon izleyicisi için klasik tabirle çölde bir vaha gibidir.

Yalnız uzun zamandır ortada büyük bir problem var ve bu artık ciddi boyutlara ulaşmaya başladı.CNBC-e altyazıları git gide muhafazakarlaşıyor ve bu muhafazakarlaşma artık saçmalık boyutlarına varmaya başladı.Daha önce Hürriyet'in Kelebek ekinde yazan Onur Baştürk kendisine ve CNBC-e'ye gelen şikayet mesajlarından köşesinde bahsetmiş;buna karşılık Doğuş Grubu Genel Müdürü Cem Aydın'ın kendilerine RTÜK tarafından verilen cezaların bir dökümanını yolladığını ve cezalarla artık başedemedikleri için böyle bir yola başvurmak zorunda kaldıklarını ifade ettiğini de eklemişti.Ama iş artık o kadar vahim boyutlara ulaştı ki İngilizce bilmeyen ve dizileri ve filmleri altyazılardan takip edenler tamamen özünden farklı şeyler izlemek zorunda bırakılıyor.

En çok şikayeti alan dizilerden olan 'The New Adventures of Old Christine'de birkaç bölüm tamamen hiçbir şey anlamamıştır altyazıları okuyanlar.Zira Christine ve arkadaşı Barb;Barb'ın çalışma izninin süresi dolduğu için lezbiyen evlilik yapmak zorunda kalırlar (Barb sahte evlilik yapmak için bir erkek bulamamış mı diye soracaksanız dizinin senaristlerine sorun) ama bunu altyazılardan anlamak mümkün değil.Çünkü 'marriage (evlilik)' kelimesi sürekli olarak 'ortaklık' olarak çevrildi ve doğal olarak sorunun ne olduğu ve gelişen olayların neden bu şekilde geliştiği anlaşılamadı;çünkü bahsettiğim kişiler dizide zaten iş ortağı.Çalıştırdıkları spor salonuna gelen denetleme kurulu üyesi Margaret bu lezbiyen evliliğin üstüne bunun ahlaki olmadığını söyler ve lisanslarını iptal ederken 'Marriage is between Adam and Eve,not Adam and Steve (Evlilik Adam ve Eve -yani Adem ile Havva- arasında olur,Adam ile Steve değil)' der ve bu da 'Ortaklık ortaklıktır' diye çevrilir ki lisansın ne için iptal edildiği doğal olarak anlaşılamaz.Aynı dizide 'gay' ve 'homo' sözcükleri 'aykırı','çarpık','gözü dönmüş' ve 'öyle böyle' olarak çevirildi ki bu başlı başına bir saygısızlık ve terbiyesizlik örneği.Vakit Gazetesi yazarları bile bu kadar hakaret etmez eşcinsellere,el insaf.Yine aynı dizide 'My mother still doesn't wear a bra (Annem hala sutyen takmıyor)' 'Annem sülün gibidir','Have sex (Sevişmek)' 'Samimi olmak,çekici bulmak' ve en bombası 'Kiss (Öpücük)' 'Tezahürat' olarak dilimize kazandırıldı!RTÜK üyelerini ve onların çevresindeki insanları bilmem ama benim çevremdeki hiçbir insan sutyen,sevişmek ve öpücük deyince azıtıp sağa sola saldıracak kadar sapık insanlar değiller!

CNBC-e'nin diğer dizilerinde de durum farklı değil.'How I Met Your Mother' adlı dizide kadın avcısı,tek gecelik ilişkilerin adamı Barney bara gelir ve lezbiyen kadın kılığına girerek 'Tonight I'm picking up a lesbian (Bu gece bir lezbiyen tavlayacağım)' der ve arkadaşları onu gaza getirirler.Ama altyazıya göre Barney 'Bu gece kadın tavlayacağım' demiştir.İyi de Barney hep kadın tavlıyor kardeşim,o zaman bu sahnenin içine edilmiş olmuyor mu affedersiniz?Aynı dizide 'That's from a porn movie (Bu bir porno filmden)' dilimize 'Bu açık saçık filmden bir sahne' diye çevriliyor ki internette porno kelimesini en çok arayan ülke olduğumuz aklıma geliyor ve kafayı yiyorum.Yahu güzel ülkemin genç ve azgın evlatlarının elllerinden porno filmler düşmezken siz porno sözcüğünü çevirmeyerek kimi neyden koruyorsunuz Allah aşkına?'Lezbiyen' kelimesini duyan kız hemen lezbiyen mi olacak,ertesi gün okulda hemcinslerini mi elleyecek,öpecek?'Porno'yu duyanlar harıl harıl porno film mi arayacak her yerde,bu kadar mı aptal ve etkilenmeye müsait olarak görülüyoruz?

Ben insanların fazlasıyla aptal yerine konulduğunu ve bize terbiye vermenin herhangi bir kurul veya kuruma düşmediğini düşünüyorum.Tabi ki bir kurul olsun ve televizyon kanallarını denetlesin,bu her ülkede var olan bir oluşum;ama hiçbir kurulun gestapoluk yapmaya hakkı yoktur.Birkaç tane takım elbiseli,dar kafalı,at gözlüklü adam (yani sevgili RTÜK üyeleri) birçok kişinin severek izlediği bir kanalı bu kadar ucuzlaştırıp özünden uzaklaştırma yetkisine sahip olamaz.Kaldı ki bu kurulun başında olan ve geçtiğimiz Temmuz'da görev süresi dolan Aykut Zahid Akman beyefendinin sütten çıkmış ak kaşık olmadığını hepimiz az çok biliyoruz.Televizyon zevkimizi elimizden alan bir grup insan bir de bundan para kazanıyor,hem de bizim vergilerimizle.Kazanmakla kalmıyor,zengin oluyorlar.Bu ülkede kaliteli ve izlenebilir programlar yayınlayan kanalların yöneticilerini köşeye sıkıştırıp ceza üstüne ceza keserek yıldırmaya çalışıyorlar ve başarılı da oluyorlar.Biz de olan biteni koyun gibi izleyip güdülmeyi bekliyoruz.Neyse çok sinirlendim,durayım artık,son sözüm şu:RTÜK elini CNBC-e'den çek!

2 Ağustos 2009 Pazar

AC Milan Dibe mi Vuruyor?


Carlo Ancelotti Chelsea'ye,Kaka Real Madrid'e gitti,kaptan Paolo Maldini emekli oldu.Yoann Gourcuff kalitesinde bir oyuncuya gereken değer ve şans verilmedi;o da kontratındaki özel maddeyi kullanarak Bordeaux'ya gitti.Andriy Şevçenko Chelsea'ye döndü (gerçi o dönmese ne olacaktı,ölmüş de ağlayanı yok Şeva'nın).Hiç teknik direktörlük deneyimi olmayan Leonardo bu göreve layık görüldü.Edin Dzeko,Emmanuel Adebayor ve Luis Fabiano için transfer girişimlerinde bulunuldu;görünen o ki bunlardan da bir sonuç çıkmadı.Hazırlık maçlarında gelen vurdu,giden vurdu.Özellikle Bayern Münih ve Inter top göstermediler yılların Milan'ına;kedinin fareyle oynadığı gibi oynadılar.Bu da yetmezmiş gibi takımın orta sahasını ayakta tutmaya çalışan Andrea Pirlo şu sıralar Chelsea ile flört halinde.Büyük takımlar da çıkarları doğrultusunda futbolcu ve teknik direktörlerini gönderebilirler,bu olağan bir durumdur;ama Milan ayarında bir takım aynı sezon içinde hem teknik direktörünü,hem de hücum hattının en önemli ismini kaybettikten sonra oyun kurucusunu da kaybederse felaket kaçınılmaz gibi gözüküyor.Üstelik bu takım geçen sene bu kayıpları vermeden önce de umut vermiyordu.2007'de Bayern Münih,Manchester United ve Liverpool'u yenerek Şampiyonlar Ligi Şampiyonu olan takımdan eser yok.Ronaldinho'nun hala birşeyler yapması bekleniyor;halbuki o da 1-2 sene futbol oynayıp sonra dibe vuran futbolculardan olduğunu çoktan kanıtladı.20 yaşında ve henüz bu sorumluluğu almaya hazır olup olmadığı belli olmayan Alexandre Pato takımın yeni hücum organizatörü olarak gösteriliyor ve şimdiden omuzlarına aşırı yük bindiriliyor.

Allah'tan Allesandro Nesta sakatlıktan döndü ve savunma hattı geçen seneye oranla daha güvenilir;ama yeniden sakatlanırsa Oguchi Onyewu ve Thiago Silva'lı bir tandem diğer takımların Milan ceza sahası içinde parti vermelerine yol açabilir.Her sezona 'Artık bu sene oynayamaz' yorumlarıyla başlayan ama bir şekilde formayı kapıp gollerini sıralayan 36 yaşındaki Filippo Inzaghi (Milan formasıyla çıktığı 249 maçta 116 gol,tüm kariyerinde 572 maçta 278 gol,kariyerinde yaptığı 10 hat-trick ile Serie A'da bir rekorun sahibi) Milan adına sezon öncesi gözüme sempatik gelen tek şey.

Umarım büyük bir takım oldukları gerçeğini hatırlarlar ve umarım Nesta,Zambrotta,Gattuso,Pirlo,Ambrosini,Seedorf ve Inzaghi gibi bu takımın tecrübeli ve değişmez isimleri Milan'ın ufukta gözüken dibe vuruşunu engellerler.Aksi takdirde rekabetin içinde Milan'ın olmadığı bir İtalya Ligi ve Şampiyonlar Ligi izlemek zorunda kalacağız ki bu ben ve tahminimce birçok futbolsever için kabul edilemez bir durum.

28 Temmuz 2009 Salı

Zlatan Ibrahimovic'in Sınırsız Egosu


Dev takas gerçekleşti ve Barcelona Eto'o+43.5 milyon Euro+Hleb (1 yıl kiralık,senelik ücretinin %70'i Barcelona tarafından ödenecek) karşılığında Ibrahimovic'i renklerine bağladı.Takas üzerinden kim karlı çıktı muhabbeti yapmak niyetinde değilim,önümüzde koca bir 2009-2010 sezonu var,hep beraber izleyip göreceğiz bu takasın taraflarına neler getirip onlardan neler götüreceğini.Benim derdim bir türlü kanımın kaynamadığı babası Boşnak,annesi Hırvat,kendisi İsveçli golcümüzle...

Öncelikle şunu belirteyim;bazılarının dediği gibi sporcu ve sanatçının yalnızca mesleğiyle değil,karakteriyle de gençlere örnek olması gerektiği fikrine katılmıyorum.Bir insan başkalarına örnek olmayı kendine bir görev olarak görüyorsa bu başlı başına bir kendini beğenmişliktir ve kimse kimseye örnek olmak zorunda değildir.Ama bir futbolcu örnek olmasa da,en azından antipatik olmamayı bilmeli,işine ve takım arkadaşlarına saygılı olmalı.

Zlatan Ibrahimovic şu anda dünyanın en iyi santrforlarından biri,birçok kişiye göre en iyisi.Ama bir insanın bu kadar antipatik olması için özel bir çaba sarfetmesi gerektiğini düşünüyorum.Bence o da olan bitenin farkında ve bunu bir imaj olarak kullanıyor;çok yetenekli ve bir o kadar da umursamaz,laubali ve ukala olmak hoşuna gidiyor.Ibrahimovic deyince akıllara yalnızca çalımlarının ve gollerinin değil;basına verdiği demeçlerin de gelmesini ve bu açıklamaların manşetlerde olmasını istiyor olmalı.Yoksa dediğim gibi,sanki antipatiklik sınırlarını zorlamak ister gibi bir hali var.

Daha Ajax'ta oynadığı yıllarda,yani henüz genç ve gelecek vaadeden bir oyuncuyken;John Carew Valencia'da oynuyordu ve o zaman İskandinavya'nın en ünlü golcüsüydü.Muhabir John Carew hakkında ne düşündüğünü sordu Ibrahimovic'e,onun cevabı ise şöyle oldu:'Carew'in futbol topuyla yaptıklarını ben bir portakalla yaparım.'Ayrıca 3 yıl Hollanda'da kalmasına rağmen hemen hemen hiç Hollandaca konuşamadığı söylenir (ki bu bize yabancı bir durum değil;ülkemizde 5-6 yıl kalıp tek kelime Türkçe öğrenmeyen futbolcuları düşünürsek).

Juventus şike skandalı nedeniyle küme düşürüldüğünde ikinci ligde oynamasının imkansız olduğunu,ikinci ligde oynayamayacak kadar kaliteli bir futbolcu olduğunu söyledi.Tabi ki birinci ligden bir takıma gitmek istemek onun en doğal hakkıydı;hele de Inter reddedilmesi güç bir teklif sunmuşken...Peki o sene takımdan ayrılmayan Buffon,Del Piero,Nedved,Trezeguet (ki el ele takımı birinci lige geri çıkardılar) ikinci ligde oynayacak kalitede futbolcular mıydı?Veya onlara hiç transfer teklifi sunulmamış mıydı?Milan Buffon'u almak için teklif üstüne teklif yapmıyor muydu?Soruların cevaplarını siz de biliyorsunuz.

İsveç Milli Takımı'nın katıldığı büyük turnuvalarda bekleneni verdiğini söylemek çok güç.2002 Dünya Kupası'nda ikinci turda Senegal ile oynadıkları maçta dünya umurunda değilmiş gibi oynayıp halı saha maçlarında bile yapılmayacak hareketler yaptı ve İsveç elendi.2004 Avrupa Şampiyonası'nda idare etti,2006 Dünya Kupası'nda varlığı ile yokluğu belli değildi.2008 Avrupa Şampiyonası'nda gruptaki son maç olan Rusya maçında sıkı markajdan kurtulamadı ve İsveç grup maçlarının ardından evine döndü.6 Eylül 2006'da Liechtenstein ile oynanacak Dünya Kupası Grup Eleme Maçı'ndan önce kamptan Christian Wilhelmsson ve Olof Mellberg'le birlikte izin almadan ayrılıp gece klübüne gitti;teknik direktör Lars Lagerback'ın verdiği cezaya diğer iki futbolcu itiraz etmezken o milli takımı bıraktığını açıkladı,aklına ne geldiyse birkaç maç sonra geri dönmek istedi ve isteği kabul edildi.

Inter'deki performansı hiç şüphesiz çok etkileyiciydi;88 lig maçında 57 gol,6 İtalya Kupası maçında 3 gol ve ve Avrupa Arenası'nda 22 maçta 6 gol.Tabi ilk göze çarpan lig performansı;ligde birbirinden güzel goller attı Ibrahimovic ve 2008-2009 sezonunu gol kralı olarak tamamladı 25 golle.Ama Inter 2008'de Liverpool'a,2009'da da Manchester United'a elenirken yokları oynadı Zlatan.Jamie Carragher ve Rio Ferdinand Ibrahimovic'e adım attırmadılar ve doğal olarak Bologna veya Reggina'ya attığı gollerin benzerlerini göremedik.Özellikle 2009'da Old Trafford'da 2-0 kaybettikleri maçta İngiliz seyircisinin her dışarı attığı şuttan,her yaptığı top kaybından ve her United'lı oyuncuların içinden geçmeye çalışıp da başarılı olamayan girişiminin ardından onunla dalga geçmeleri ve tribünden yükselen alaycı kahkahalar onu bir hayli rahatsız etmiş olacak ki;'Eğer Şampiyonlar Ligi'nde başarılı olacak bir kadro kurulmayacaksa ayrılmayı düşünüyorum' gibi son derece absürt ve saygısızca bir açıklama yaptı.Beyefendi harikaydı ama J.Zanetti,Materazzi,Cambiasso,Vieira gibi futbolcular onun gibi bir futbol tanrısıyla oynamayı haketmiyorlardı;acilen daha iyileri alınmalıydı!

Ve bugün imza töreninde yaptığı kendisi gibi büyük futbolcuları kaybetmenin bir klüp başkanı için çok zor olduğu ve Massimo Moratti'nin bunu göze alabilmesini takdirle karşıladığı yönündeki açıklamalar.Bugün de beni şaşırtmadın Zlatan,sağolasın!

Sonuç olarak Zlatan Ibrahimovic Barcelona'ya hayırlı olsun;umarım makine düzeninde işleyen bu takım kalitesi tartışılmaz ama egosu tavan yapmış bir futbolcuyu içine sindirebilir.Belki de çok küçük bir ihtimal de olsa Ibrahimovic egolarından arınıp bir takım oyuncusu olmayı öğrenir.Bekleyelim ve görelim...